Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » ‘Kendimi sevmek için çok mücadele verdim’

‘Kendimi sevmek için çok mücadele verdim’

‘Kendimi sevmek için çok mücadele verdim’01 Ekim 2022 - 11:10
Aslıhan Gürbüz, Gizem Kızıl’ın yönettiği “Bana Karanlığını Anlat” ile Adana Altın Koza Film Festivali’nden En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü aldı. Gürbüz filme dair duygusunu ‘minnet’ olarak tanımlıyor: “Beni bir çocuğun hayaline ortak ettiler. Bir sürü paradan daha kıymetli bir şey bu”.
--AYIN SÖYLEŞİSİ--
 
ASU MARO
asu.maro@milliyet.com.tr
 
Aslıhan Gürbüz’ü bir süredir sosyal medyada yazdıklarından takip ediyordum. Kendisine “Saçını boyat,”, “Bir kadın bakımlı olmalı,” gibi akıllar vermeye kalkışan takipçilerine - ki ne hazindir çoğu kadın - o kadar şahane cevaplar veriyordu ki. Buluştuğumuzda karşımda son derece doğal, kendisini lafı kıvırmadan ifade eden bir kadın bulacağımdan neredeyse emindim, düşündüğümden de fazlası çıktı. 
 
Bir araya gelme sebebimiz şu anda gösterimde olan filmi “Bana Karanlığını Anlat” idi. Gizem Kızıl’ın yazıp yönettiği filmde Aslıhan Gürbüz kocasının ani ölümünden sonra hayatını nasıl kendisinin ne sevip ne sevmediğini unutacak kadar ona adadığı gerçeğiyle yüzleşen Nermin’i canlandırıyor. 
 
Bizim de konularımız sevgiyi yanlış konumlandırma, sevgiyi o sanarak kendisini birine adama ve o adadığımız şey gidiverince dımdızlak kalma hâlleri arasında gidip geldi. 
Sohbetimizin hemen ertesinde de Adana Altın Koza’dan Aslıhan Gürbüz’e En İyi Kadın Oyuncu Ödülü geldi. 
 
Adana’da En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü aldınız. Nasıl hissediyorsunuz?
 
“Bana Karanlığını Anlat” benim için en özel zamanlardan. Tanıdıklarım, çalıştıklarım ve arkadaş olduklarım o kadar kıymetli ve tarifsiz ki... Ödülü aldığımda söylediğim gibi yalnız yapılan bir iş değil, ekip işi... Sevdiğim işi sevdiğim insanlarla yapmak yeterli derecede mutluluk verirken ödüllerle bir de üstüne taçlandırılıyorsunuz... Bu sebeple 
çok ama çok mutluyum.
 
Senaryoyla buluşmanız nasıl oldu, nasıl girdi hayatınıza bu film? 
 
Ayşe Barım aradı beni, “Bir film yapıyoruz,” diye ve Gizem Kızıl’dan bahsetti. Ben daha okumadan “Tamam,” dedim. Genelde demem öyle şeyler, mutlaka senaryoyu görmek isterim ama Ayşe o kadar büyük bir tatlılıkla anlattı ki proje gözümde canlandı ve “Tamam ben oynarım, sorun değil,” dedim, “Kötü bir şey çıkacağını düşünmüyorum”. Çünkü çok uzun zamandır beni zorlayacak ya da benim içinde ol maktan keyif alacağım senaryolar gelmemişti bana. Bahsettiği ve vadettiği şey benim için müthişti. Okuduğumda da zaten 10 katını buldum karşımda.
 
 
Hangi yönleriyle cazip geldi size Nermin karakteri?
 
Bir oyuncu olarak bir karakterin bana cazip gelme durumu beni ne kadar zorlayacağıyla, benden ne kadar uzak olduğuyla, ‘daha evvel oynadıklarımda göstermediğim neyi var’la ilgili oluyor. Öyle bir denklemim var benim.
 
Nermin âşık olup kendisine dair pek çok şeyden vazgeçmiş bir kadın. Böyle tanımlayabiliriz onu değil mi?
 
Nermin için evet, bunu diyebiliriz. Adanmışlığın sevgi olduğunu sanarak savrulup gitme, bir anda o adandığınız kişi gittiğinde dımdızlak ortada kalma hikâyesi aslında. 
 
Benim anneannem dul kaldığında beş çocuğu vardı ve bankaya faturaların nasıl yatırılacağını bilmiyordu. Çok korkunç bir şey. Kadın meselesi diye bakmayalım, eniştem de teyzemin tedavisi sürecinde çamaşırını nasıl yıkayacağını bilemedi, annemden yardım istedi. Bazen dımdızlak kalabiliyoruz hayatta. Ya birilerine çok yaslanıyoruz ya birilerinin yükünü çok alıyoruz ya birilerini çok odak yapıyoruz ve o odak kaybıyla gerçekten her anlamda dımdızlak kalabiliyoruz. Sadece kocası Veli’ye de değil kadının öfkesi, kendine de öfkeleniyor, “Niye bu kadar kendimden verdim?” diye. Çok insani, çok gerçekçi, çok bu yüzyıla ait aslında.
 
Aslında Nermin için yeni bir hayat vadediyor film.
 
Her zaman bir hayat var, her zaman başka bir seçenek var. Sadece biz orayı göremiyoruz. Belli kodlarımız var; evlenmemiz gerekiyor, adanmamız gerekiyor, çalışmamız gerekiyor. Bunun doğru olduğuna inanıp o olmadığında ya da onun değişmesi gerektiğinde sarsılmaya başlıyoruz. Her zaman bir başkası mümkün, bize söyleneni yapmakla yükümlü değiliz aslında. Film seçenek sunuyor yani, Nermin oradan kalkar bence. Ahu hâlâ o hayatta devam eder, öbür kızımız bir şekilde kendine yeni bir av bulur, devam eder.
 
Filmdeki kadınların çok parlak bir durumları yok.
 
Üç kuşak anlatılıyor filmde. Kayınvalide üzerinden başka bir kuşak anlatılıyor, Nermin üzerinden benim bulunduğum kuşak anlatılıyor, kuma karakteri üzerinden de bir Z kuşağı anlatılıyor. Dikkat edin üç kadının yoğurt yiyişi birbirinden başka. Nermin anneye şunu söylüyor: “Sen de bir annenin kuzusuydun, zulüm görmüşsün kayınvalidenden”. Anne “Olsun, o doğruydu,” diyor. Nermin “Hayatımın içine ettiler, bir saniye bu doğru olamaz,” diyor. Öbürü diyor ki “Ben he derim, parmağımda oynatırım, yapacağımı yaparım”.
 
Ve birbirlerine karşı da şefkatli değil bu kadınlar.
 
Asla değiller. Tatlı bir savaş, tatlı bir münakaşa var ve hepsi kendince çok haklı. Yani anne karakterine de çok hak veriyorsun, baba karakterine de hak veriyorsun aslında. Aynı adanmışlık içinde Veli’nin babası da var: “İçine ata ata kanser boğazına oturdu,” diyor. Şunu anlıyoruz; kendini ifade edemeyen bir adamdı, ona sunulan hayatı yaşamayı kabul etti, kanser oldu. Kendi hayatını hiç yaşayamadı.
 
Bunlar küçücük cümlelerle anlatılıyor.
 
Gizem o anlamda müthiş bir senarist bence. İnanılmaz karanlık dehlizleri var, inanılmaz detayları var, bir sürü küçük küçük odası var. Birini açıyor, birini kapatıyor. Gizem’i ilk gördüğümde “Bu senaryo bu kızdan mı çıktı?” demiştim. O kadar pamuk prenses gibi bir kız ki. İnsanın pürüzüne, karanlığına, kusuruna bu kadar net ve bu kadar gerçekçi bir yerden değinebiliyor olması bence harikulade bir durum. Ben beş sene sonra sürekli Gizem’in yaptığı işlerden bahsedeceğimize eminim. Çünkü çok dantel gibi, çok özel bir el işçiliği var. Çok uzun zamandır öyle güzel bir şey okumamıştım ben. Yönetirken de bambaşka bir durumu var. Özel bir şey yapıyor ama “Çok basit ya, herkes yapabilir,” der gibi yapıyor.
 
 
Nermin bütün adanmışlığına rağmen farkındalığı yüksek bir kadın.
 
Evet. Farkındalığı bu kadar yüksekken, kendini bu kadar adayıp dımdızlak kalması da onun dramı. Onun oradan kalkması da bu sinemayı yaratıyor bence.
 
Nermin gururundan vazgeçecek kadar âşık olduğunu söylüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 
 
Aşk mevzubahis olduğunda bilmiş laflar etmek çok doğru değil. Onur, gurur dediğimiz kavramlar neye göre, kime göre önemli? Ama bize dikte edilen onur, gurur kavramları var ya, toplumun o kavramıyla kendi yaptıkları arasında git gel yaşıyor. Hepimiz yaşadık. Kendi isteğimizi yapmak istedik ama toplumun dikte ettiği bir şeyler vardı. Nermin de toplumla kendi verdikleri arasında kalıyor ve diyor ki “Her şeyimi sana verdim”. “Ben neyi severdim, hatırlamıyorum,” diyor. Bu çok acı. Benim mesela okurken tüylerimin ilk diken diken olduğu yer o. Bu bir şiddet, bir manipülasyon tarzı, toplumun yüzde 80’i böyle yaşıyor. Annesi tarafından manipüle ediliyor, kardeşi tarafından, sevdiği, kocası, evladı. Bir şeyleri yanlış yapıyoruz çünkü toplum olarak. Sevgiyi yanlış konumlandırıyoruz. Hepimizde toplumun bize dikte ettiği şeyler var. Evlenmeliyim, hanıme fendi olmalıyım, bakımlı olmalıyım. Kadın olarak söylüyorum, en bildiğim yerlerden. Ne kadar takmıyorum desem de aslında bu kadar farkındalığa rağmen ben bile ‘ama’ bocalaması yaşıyorum. Kadın olarak dayatılanlara karşı sosyal medyada zaman zaman isyanlarınız oluyor. Çünkü ben kendimi sevmek için çok mücadele verdim. Birinin bana eleştiride bulunurkenki sivri dili benim canımı  yakmıyor çünkü ben kendi sivri dilimle senelerce canımı yakmış bir kadınım, kendimi sevebilmek adına. Sadece şunu diyorum: Bu zorbalık, bu manipülasyon, bu doğru değil ve ben görmezden gelmeyeceğim. Hiçbirimiz gel meyelim. Diyelim ki, yanlış yapıyorsun. Bu bana yaptığın sanal bir şiddet, bu sanal bir zorbalık ya da bu manipülasyon. Buna cevap veriyorum; üzüldüğüm için değil, sen yanlışının farkına var diye. Ben kendi canımı o kadar çok yaktım ki siz benim canımı yakamazsınız. Çünkü biz hep hançeri kendimize sokuyoruz.
 
En son Instagram'da birine cevap vermiştiniz. “Kadın bakımlı olmalı,” diyen bir kadındı.
 
Evet, “Bu kadarı da saçmalık, kadın bakımlı olmalı”. Denizden yeni çıktığım bir fotoğraf. Yani elti topuzu falan olması gerekiyor herhâlde ya da eyeliner. Denizden yeni  çıkmış bir kadının bakımını neye göre değerlendiriyorsunuz siz? Bana göre o güneşin altında terleyip kimseye ter kokmuyorsam ben bakımlıyımdır. Ya da güneş kremimi sürüp güneşten imtina ediyorsam, kanserojen almayayım diye, benim için öz bakım budur. Ama toplumun normunda plajda şık şıkıdım olacaksın, denize girdiğinde rimelin akmayacak. Bakım ve kadınlık budur. Kime göre?
 
Bunları kaale aldığınız bir dönem olmuş muydu?
 
Hiç olmadı. Birçok kız çocuğu büyürken annesinin makyaj yapmasına falan özenir ya, bende hiç olmadı onlar. Çok geç başladım makyaj yapmaya da. Bugün de o isyanım var. Niye makyaj yapmak zorundayım acaba? Yapana saygım sonsuz. 70 yaşında o kadar tatlı teyzelerimiz var ki bu mahallede; sedefli ojeleri, saçları maşalı, her zaman kırmızı rujları var, bayılıyorum onlara. Gözümü gönlümü açıyor. Ama ben buyum. Aslıhan bu. Yani makyaj yapmam gerekiyorsa sizin yanınıza gelirken fotoğrafım çekileceği için, hani okuyucuya güzel gözükmek için, olduğumun biraz daha altını çizmek için yaptığım şey bu kadar. Makyajı kendime yakıştırmıyorum.
 
Bir erkek kardeşiniz var. Aileniz sizi kız çocuksun, biraz hanım hanımcık ol diye büyütmedi belli ki.
 
Çok özgürlüklere inanan bir aileydik. Herkesin kendi alanı vardı, herkesin kendi özgürlüğü vardı, kendi inancı vardı benim ailemde. O yüzden galiba böyleyim ben. Ben senelerce kendi kafama göre giyinip gittiğimde “Ama bu kıyafet buraya olmaz,” dendi bana. “Bu böyle olmaz ama,”ları ailemden çıktığımda gördüm.
 
Sonuçta kendi bildiğiniz yolu izleyerek bu piyasada gayet etkili bir yer edindiniz kendinize. Zor oldu mu? Çok engel çıktı mı karşınıza?
 
Yol basit değildi. Tabii ki çok zorlandığım anlar oldu. Bu gün belli şeyler için iyi ki direndim diyorum. Genelde ‘keşke’yi iki dakika için söylüyorum. “Keşke yapmasaydım,” diyorum sonra “O da bana bunu öğretti,” diyorum. Deneye yanıla, dinleye baka, konuşa anlata bir yol bulunuyor. Ben şimdilik bu bulduğum yoldan çok memnunum. Çok şükür diyorum. Utanacağım bir işim olmadı, hepsini layıkıyla yapmaya uğraştım, hepsi bana bir şey kattı. Ben bu ülkede çok azınlıkta bir yerdeyim. Eğitimini aldığım, sevdiğim işi yapıyorum. Bu birçok insana nasip olan bir şey değil. O yüzden o zorluklar da unutuluyor. Yaşarken ağlıyorsun, “Bana bunu nasıl yaparlar?” falan diyorsun belki ama geçince de öyle bir geçiyor ki “Beni büyüttü bu,” diyorsun. Bir sonraki işte daha sağlam atıyorsun adımlarını. Hepsine teşekkür ediyorum bu vesileyle. Herkese, her şeye kariye rimde, iyiye de kötüye de teşekkür ediyorum.
 
Birkaç yıl önce Ayvalık’a gittiniz, orada bir hayat tarzı değişikliği yaptınız. Sağlık problemleriniz mi vardı öncesinde?
 
İki senede belimden aynı yerden ikinci ameliyatımı oldum ve çok yorgun olduğumu keşfettim. İstanbul’a hiçbir zaman uyumlanamadım, hep doğanın içine kaçmak zorundaydım. Daha önce Bodrum’da yaşıyordum, İstanbul’a gelip üç gün çalışıp dört gün Bodrum'a gidiyordum. Son ameliyatımda sette fıtığım patladığında “Tamam, ara vermem gerekiyor, bir şeyler yanlış gidiyor çünkü,” dedim. O süreç her şeyden uzak, sadece kendimle baş başa kaldığım bir süreç.
 
 
Dımdızlak mı?
 
Dımdızlak kalmadım ama. Dımdızlak kalsaydım oradan büyük ihtimalle çıkamazdım. Benim zaten hayalim hep oydu, zaten git gelli bir hayatı deneyimlemiştim iki sene boyunca. Bu da olunca dedim ki “Ben gidiyorum. Bir şeyolduğunda gelirim”. Böyle de bir lüksüm var. 35 yaşında malulen emeklilik durumu. Sonra keşfettim neler bana dokunuyor, ben neyi var edemiyorum? “Ben haftada altı gün, 18 saat çalışmada var edemiyorum kendimi, bunu nasıl değiştireceğim?” dediğim bir sürece girdim. O pastoral hayat için de çok yetenekliyim. Belli isteklerim, arzularım, lükslerim olmuyor. O üç sene bana çok iyi geldi. İnsanın yalnız kalıp kalamadığından emin olup bunu tecrübe etmediği bir hayat bence sıkıntılı ve tehlikeli bir hayat. Ben Ayvalık’tan sonra ne kadar güçlü olduğumu keşfettim. Çünkü yalnız kalabildim. Oyunculuktan daha özgüvenli bir alanım varsa beni dağ başında bir barakaya koyun, bir ay sonra gelin alın. Yemek falan da vermeyin, ben bulurum. Ya da tekneye verin beni, bir ay karaya çıkmadan yaşayabilirim tek başıma. Hiç derdim olmaz. Oralarda çokkabiliyetliyim, hayatta kalabiliyorum. Ama beni şehrin ortasına koyun, Levent’e koyun, “Yürüyerek şuradan şuraya gel,” deyin, bayılarak gelirim mesela.
 
Çocukluktan mı geliyor bu?
 
Ormanın içinden okula gittiğim, ağaçların tepesinde yaşadığım bir çocukluk geçirdiğim için İstanbul’a gelince nevrim döndü benim. Anlamlandıramadım şehri ve çok uzun zaman barışamadım İstanbul’la. Ne zaman Anadolu yakasına taşındım, “Burası İstanbul gibi değilmiş,” deyip düzenimi kurdum. Ama aklım çıkıyor karşıda bir işim olacak diye. Dönerken köprüde el frenini çekip, inip Anadolu’nun toprağını öpesim geliyor.
 
Zeynep Ocak’la programınızda “Issız adaya düşünce ben her türlü yiyeceğimi temin ederim,” diyorsunuz. Nasıl mesela?
 
Balık tutarım. Mantar, bitkiler zaten benim kendi ilgi alanım. Bir şekilde kalırım ben hayatta.
 
Ekip biçme durumlarında da kabiliyetlisiniz.
 
Kabiliyetliymişim, eğitimini de aldım. Dört kuşak öncem bunu biliyordu. Bir şekilde yönetim ve eğitim sistemiyle hepimize unutturulduğu gibi bana da unutturuldu. “Benim dört kuşak öncem rençber, ben nasıl yapamıyorum?” deyip çiftçilik eğitim aldım BAÇEM’den. Balıkesir Beledi yesi’nin çiftçi merkezi. Aromatik, Tıbbî Bitki Yetiştiriciliği eğitimi. Bir pandemi oldu, ekmek yapıyoruz diye mutlu olduk ya, biz o ekmeği tarladan buğday olarak alıyorduk ya, kıtlık kapıda ya, hani bu dünya liderleri arsa alıyor, toprak çok önemli ya. Oraya uyumlanmamız gerekiyor. Daha zor 
günler gelecek çünkü. Beslenmek sıkıntı olacak hepimize. O yüzden herkesin alması gerektiğine inanıyorum bunu.
 
En son “Masumlar Apartmanı”nda izledik sizi. “18 saat bana göre değilmiş,” dediniz, nitekim Ceylan da sürekli sette olması gereken bir karakter değildi.
 
O yüzden son işlerim hep öyle karakterlerdi. O zaman daha mutlu, daha sağlıklı, daha neşeli çalışıyorum. Ya pan bütün meslektaşlarıma hayranım, her seferinde söylüyorum; onların o zor şartlara tahammüllerine, o güler yüzlerine, onlara rağmen ortaya çıkardıkları oyunculuklara hayranım. Ama ben ancak bu şekilde yapabiliyorum. Öbür türlü özgürlüğüm elimden alınmış gibi hissediyorum. Doğaya gitmek istiyorum. Bu da bir kabul. Herkes yapıyor ben de yapacağım hırsı o omurgayı o hâle getirdi. Yapamıyorum demek de güzel.
 
Size 35’ten sonra başka bir hâl gelmiş anlaşılan.
 
Bana bir şey yüklendi. Alakam yok eskiyle. Yaşlandığım için mi böyle, bedenimle ve sağlığımla çok sert sınavlar verdiğim için mi böyle, bilmiyorum. Ama 35’ten sonra başka bir şey geldi. “Neredeydin?” diyorum, “Bu vakte kadar neredeydin?” 35 de hep korkutan bir yaştı mesela, iyi ki geldi, hoş geldi. Şimdi kapıda 40 var. Böyle böyle ilerliyoruz galiba. “Aferin kız, aferin oğlum. Güzel büyüdün, güzel hallettin,” diyebilme kısmı müthiş bir şey. İyi ki değişiyoruz. Bence hayatın tek güzel kısmı bu. Değiştiğini, uyum sağladığını görmen. Umutsa, hayat neşesiyse, benim için bu değişim kısmı. İlerleme kısmı çok zor, çok kan revan, camlarla dolu, çıplak ayakla basıyorsun. Ama sonra ve şunu diyorsun: “Aaa büyüdüm ayol. Büyüdüm. Eskiden verdiğim tepkiyi vermiyorum, ne güzel”.
 
İşle ilgili hırslarınızın da törpülenmesini gerektiren bir şey bu ‘büyüme’, öyle değil mi?
 
İşle ilgili hiçbir zaman hırsım olmadı benim. Benim hırsım kendimeydi hep. O yüzden zarar verdim kendime. “Bir öncekine benzetmeyeceksin, bunu böyle yapmayacaksın, bunu yapabileceksin,”lerim çoktu. “Zayıflayacaksın,” üzerin den çok sakatladım kendimi. “O göbek gidecek,” derken zarar verdim kendime. O yüzden diyorum ya herhangi birisi benim canımı yakamaz, ben kendi canımı çok yakmış bir kadınım. Kendime farkına varmadan o kadar yüklenmişim ki. 39 yaşımda diyorum ki bir proje geldiğinde, o fırsatı kaçırabilirim. Kötü de oynayabi lirim. Benden beklenen performansın altında da bir şey sergileyebilirim, böyle bir hata lüksüm de var değil mi?
 
Kilo meselesiyle barıştık mı?
 
Onunla barışalı çok oluyor. Sakatlıkla rımla barışamamıştım, onunla da barıştım. Her zaman soyadımla müsemma, gürbüz, iri bir kadınım. Çok zayıf olsam da iri ve heybetli bir kadınım. Bu benim genetiğim ve ben bunu değiştiremem. Böyle bir kalıp var ama yani. Ten rengi bu olmalı, gözü böyle olmalı, saçı böyle olmalı, beyazı olmamalı.
 
Yemek yapmayı seviyor musunuz?
 
Çok. En sevdiğim şey. Terapi gibi. 
 
Neler yapıyorsunuz? 
 
Ne istiyorsan onu yapıyorum. Geldim senin evine, buzdolabını açtım, üç tane malzemen var. Hububat çekmeceni açtım, baktım orada ne bakliyat var. Sana mutlaka bir şey çıkartırım. Çorba çıkartırım, yemek çıkartırım.
 
Evde kendi yemeğinizi yapar mısınız? 
 
Evet. Sete de kendi yemeğini götüren, arkadaşlarına da yemek dağıtan, komşusuna da yemek yapan biriyim. Allah bana “Mutfaktan çıkma,” demiş ama ben hasbelkader bir aralık bulup oyunculuk yapmışım gibi yani. İnsanlara yemek yedirmeyi seviyorum. Çünkü o da oyunculuk gibi bir şey. Bir karakteri oynadığında birini neşelendiriyorsun, birinin kendi hayatında bir şeye dokunmasına sebep oluyorsun ya, bazen güzel yemekle de çok mutlu ediyorsun o insanı. Kafası dağınıkken ya da acı yaşıyorken o yemeği yediğinde o an unutuyor ve mutlu oluyor. Bu çok güzel bir şey. Elinle yaptığın bir şey birinin ağzından midesine ve içine geçiyor. Hakikaten o ’sevgimi kattım’ kısmı benim için çok geçerli.
 
Saçınızdaki beyazları boyatacak mısınız?
 
Beyazlar duracak. Sadece kısa kestirmemek için zor tutuyorum. Beş senedir falan sürekli saçımı ya bıyık makasıyla ya tavuk makasıyla kesiyorum, çünkü kısa saç seviyorum. Ama biraz uzatmaya çalışıyorum. Senelerce projeler için saç boyadım ben. Çok alerjik bir bünyem var ve kafa derim yara içinde gezdim hep. Şimdi diyorum ki “Ben saç boyatmak istemiyorum başka çözüm bulabilir miyiz?” Bulunuyor. 
 
Güzel de beyazlamış saçınız.
 
Bizde genetik, herkesin saçına 18’inde aklar düşer, şakaklardan başlar, 30’da herkes beyazdır. Bu benim genetiğim, tıpkı kilom gibi. Ya da tıpkı farklılıklara ve aynı evin içinde bambaşka hayatlara inanmam gibi, doğduğum yerden aldığım ve beni ben yapan harikulade değerler. Ben bunu boyatsam da dibim gelecek ve orada göreceksiniz o beyazı. Çünkü benim saçım beyaz. Kimi kandıracağım?
 
Bundan sonrası için kariyerinize dair nasıl bir hayaliniz var? Ya da hayal kurar mısınız?
 
Ben bu meslekte şunu öğrendim: İşle ilgili hayal kurma. Hayal kurduğum bütün kadın ve adamlar iş yaptığımda beni hayal kırıklığına uğrattı. Hayalin, idolün olmalı deyip, niyet edip dilekte bulunduğum her şey çok ciddi patladı. Bir oyuncunun hayali olmamalı. Herhangi bir hikâye, herhangi bir karakter, herhangi bir yönetmen...
 
Çünkü daimi işleyen bir sektör var. Yeniler geliyor, harikulade insanlar geliyor ve o sana nasipse bir şekilde önüne geliyor. O yüzden hayal kurmak yerine gelene kapıyı açıp acaba bana ne gelecek diyorum. Mesela bu yıl nasıl bir kadını oynayacağım, kim yazmış olacak, nasıl yazmış olacak? Bu meraklarım var. Ama “Şimdi şöyle bir şeyi oynayayım, böyle bir kadın olsun,” yok. Sağlıktan öte bir beklentim yok zaten hayattan.
 
Filmle ilgili söylemek istediğiniz son bir şey var mı? 
 
Oyunculuğun güzel taraflarından biri de benim için şu: İnsanlar bebeğini, çocukluk hayalini hatta yatırdığı parayı sana emanet ediyor. Burnumun direği sızlıyor, gözüm doluyor. Onu bana emanet ettiler. Çok şanslıyım. Onu yapabileceğime inandılar. O iki kadının o müthiş hayalinde üçüncü kadın olarak yancı ben oldum, çok mutluyum. Sinema bir şekilde hep hayalden başlıyor ya, birinin hayaline anbean ortak olmak, onu gerçekleştirirken onun elinden, ucundan bucağından tutmak müthiş bir şey. Beni oraya koydukları için çok teşekkür ediyorum. O minnet duygum bitmeyecek. Bir sürü paradan daha kıymetli bir şey benim için. Bir çocuğun hayaline ortak ettiler.