Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » ‘Kendimi bildim bileli ruhum uçmaktan yana’

‘Kendimi bildim bileli ruhum uçmaktan yana’

‘Kendimi bildim bileli ruhum uçmaktan yana’15 Mart 2023 - 12:03
“Uçurtmayı Vurmasınlar” aradan geçen zamana rağmen etkisini yitirmedi. Kitabın yazarı Feride Çiçekoğlu bu etkinin nedeni için “Yaşanmadan yazılabilir miydi? Galiba yazılamazdı” diyor.
SEYHAN AKINCI - İzmir Kitap Fuarı bu yıl 25. kez kapılarını açtı. Fuarla birlikte İzmir Büyükşehir Belediyesi “İzmir Unesco Edebiyat Kentine Doğru: Edebiyat Sinema Buluşması” adlı bir etkinlik düzenliyor. 19 Mart’a kadar sürecek etkinlik kapsamında edebiyat uyarlaması filmlerin ardından yazarlar ve eleştirmenler söyleşi için sanatseverlerle bir araya geliyor. Türk sinemasının kült filmlerinden biri olan “Uçurtmayı Vurmasınlar”ın yazarı Feride Çiçekoğlu da filmin gösteriminin ardından “Edebiyat ve Sinema” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Biz de Çiçekoğlu ile hiç eskimeyen filmi, kitabı ve iki disiplinin ilişkisini konuştuk.
 
“Uçurtmayı Vurmasınlar” filmi de kitabı da aradan geçen uzun zamana karşın etkisini yitirmedi. Sizce neden bu kadar iz bıraktı?
 
Ben de merak ediyorum bu sorunun cevabını. Bilebilsem, benzer hikâyeler yazardım. Sonradan yazdığım hiçbir şeyin etkisi aynı olmadı. Bazen üzülüyorum; tek atımlık barutum mu vardı, diye düşünüyorum. Hemen sonra bu deyimin militarist, patriarkal ve negatif tınısını fark edip utanıyorum. Zaman içinde dilimizin ve düşünce biçimimizin ne kadar değişip dönüştüğünü, buna rağmen kullandığımız deyimlerde ne kadar fazla tortu kaldığını hayretle fark ediyorum. Gördüğünüz gibi soruya cevap vermemek için elimden geleni yapıyorum. Çünkü inanın, cevabı ben de bilmiyorum. Ama örnek vermem gerekirse kitap 41. baskıya ulaştı; kimi ortaokul ve liselere ders kitabı oldu. Kitaptan alıntılar gündelik dile girdi, okul duvarlarına yazıldı. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde göreve başladığım 1999’dan bu yana çeyrek asır boyunca her yeni gelen kuşak öğrenci içinden en az birkaçı filmi andı; sinemaya ilgisinde filmin payını dile getirdi. Bunlar beni elbette çok mutlu etti; etmeye devam ediyor. Kitaba ilham veren cezaevi macerasını iyi ki yaşamışım dediğim zamanlar oldu. Yaşanmadan yazılabilir miydi? Galiba yazılamazdı. Belki de sorunuzun cevabı burada gizli.
 
1990’da yazdığınız önsözde “Kitabın beyaz perdeye gönül borcu var” diyorsunuz. Sizce bu hesap kapandı mı?
 
O önsözün ardından geçen 30 yılı aşkın sürede karşılıklı hesaplar kapandı gibi. Kimsenin kimseden alacağı vereceği kalmamıştır umarım. Filmin ardından kitabın ilk baskısını Can Yayınları’nın kurucusu ve o zamanki yayın yönetmeni Erdal Öz’e götürüp tanıtan sevgili Nur Sürer’i anmalıyım bu vesileyle. Başka kimleri? Tabii ki Erdal Öz’ü, filmin yönetmeni Tunç Başaran’ı, ilk baskıyı Yön Yayınları’ndan çıkaran Ahmet Oruçoğlu’nu. Daktiloyla yazılı ilk taslağı Yön Yayınları’nın Cağaloğlu’ndaki minik ofisine götürdüğüm 1985 yılının baharında Ahmet Oruçoğlu kitabı basmaya razı olmasaydı hayatım kim bilir hangi yöne akardı... Sinema alanında yeni bir akademik kariyer inşa edebilmiş olmamı aykırı düşüncenin, isyan hâlinin ve sürekli sorgulamanın yarattığı bir şans olarak görüyorum.
 
Sözcük temelli sanat edebiyat ile görüntü temelli sinema arasında bir tarafın daha ağır bastığını söyleyenler hep vardır. Siz bu iki disiplinin birbirini hangi alanlarda beslediğini düşünüyorsunuz?
 
Batı merkezli kültürlerde gözün genel egemenliği nedeniyle, sinemada sesin önemini bazen unutuyoruz. Oysa diyaloglar olsun, ortam sesleri ya da hikâye dünyasının dışından gelen sesler ve müzik olsun sinemanın en az görüntü kadar önemli öğeleri. Bu zengin uyaranlar ile kıyaslandığında sözcüklerin gücü hayal dünyamızı ve kendi içimize baktığımızda gördüğümüz alemi hayata geçirebilmesi. Öyle uyarlamalar var ki değme hayal alemini geride bırakabilir; birbiriyle ölçmek, tartmak, kıyaslamak kolay değil. Bazen de sesin kullanımı uyarlamayı sığlaştırabiliyor. “Uçurtmayı Vurmasınlar”dan örnek verecek olursam, filmin ilk tamamlandığı 1989’da müziğini fazla abartılı bulup filmin yönetmeni sevgili Tunç Başaran’a “Kitap böyle ağlak değil” dediğimde birbirimize biraz kızmıştık. Aradan zaman geçip 1990’lı yıllarda filmin bir Paris gösteriminde yan yana filmi izlerken ikimizin de gözleri yaşardı; araya mesafe girmişti, film artık seyirciye aitti ve biz de şimdi sadece seyirciydik. Bazı kararları zaman veriyor; bazılarını okuyucu ya da seyirci. Her uyarlamanın yolu farklı.
 
Kitap “Çocuklar uçurtma uçurabilsinler” diye yazıldı bir anlamda... Siz ne zaman fark ettiniz hayat boyu uçurtma uçurmak istediğinizi?
 
Kendimi bildim bileli ruhum uçmaktan yana. Uçmayı öğrenerek öğretmek; bu tutkumu hiç yitirmedim. Kastettiğim her çocuğun içindeki uçma, kaçma, kurallardan ve bizi sıkıştıran her türlü çemberden kurtulma arzusuna fırsat tanımak. Öğretmenliği de böyle görüyorum, beraberce kuralları yıkma, karşı çıkma, var olanı sorgulama, yerine daha özgür, daha naif, daha uçucu olanı koyma. Hâlâ bunu hayata geçirebildiğim için kendimi çok şanslı görüyorum.
 
“Mimar kimliğimi hatırladım”
 
Şehir planlamacılığı, yapı stoku gibi kavramlar gündelik konuşmalarımızın temel parçaları hâline geldi. Bu alanda eğitim almış biri olarak sinema ve edebiyatta kentsel dönüşümü, bu dönüşümün bireyde ve toplumda ortaya çıkardığı etkiyi görebiliyor muyuz?
 
Siyasete ilgi duymam ABD’de Fulbright burslusu olarak doktora yaptığım 1973-1976 yıllarına denk gelir. Philadelphia’da şehir merkezine yüksek gelir grupları için Society Hill kulelerinin dikilmesine ve o mahallede yaşayan yoksulların şehirden sürülmesine tanık olmuş, doktora tezimi de bu konuya dair eleştirel bir bakış açısıyla yazmıştım. Aradan geçen 40 yılda birkaç kez meslek değiştirmişken kentsel yenileme kisvesi altındaki inşaat çılgınlığının yaşadığım semt Fenerbahçe’yi vurması ile Gezi aynı zamana denk geldi. Ben de ister istemez mimar kimliğimi ve şehir planlamasına eleştirel bakış açımı hatırladım. Bu perspektiften 2013 sonrası İstanbul filmlerine odaklandığım Metis Yayınları’ndan çıkan “Şehrin İtirazı” (2015) ve “İsyankar Şehir” (2019) kitaplarımı bu çerçevede anabilirim.