Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » 'Kalpten dilediğim şeyler beni bulur'

'Kalpten dilediğim şeyler beni bulur'

'Kalpten dilediğim şeyler beni bulur'01 Eylül 2022 - 01:09
2015 yılında, daha yolun başındayken verdiği röportajda “Uluslararası bir yapımda rol almak en büyük dileğim,” diyen genç oyuncu Ece Yüksel’i bu ay George Miller’ın filmi “Three Thousand Years of Longing”de izleyeceğiz.

--AYIN SÖYLEŞİSİ--

ASU MARO
asu.maro@milliyet.com.tr

Ece Yüksel adı, çok genç yaşına rağmen epey bir süredir ‘iyi oyuncu’ sıfatıyla beraber anılı­yor. Aldığı ödüller de bunu perçinliyor tabii. En son Ziya Demirel’in “Ela ile Hilmi ve Ali”siyle İstanbul Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyun­cu Ödülü’nü aldı. Hem de üç sene içinde ikinci kez. 2019’da da Emin Alper’in “Kız Kardeşler”indeki rolüyle Cemre Ebuzziya ve Helin Kandemir ile paylaşmıştı ödülü. Sinemaya 2015’te Emine Emel Balcı’nın yönettiği “Nefesim Kesilene Kadar” filmiyle ge­len üç ödülle (Altın Koza, Sadri Alışık, Uçan Süpürge) başlamış bir oyuncu için şaşırtıcı sayılmaz.

Bu ay George Miller’ın “Three Thousand Years of Longing/Üç Bin Yıllık Bekleyiş” filminde haremdeki köle kız olarak çıkacak karşımıza Ece Yüksel. Ağustos ayında Hollanda’da yedi yıllık aşkı Martin Wevers ile evlenen oyuncuyla nikâhtan kısa bir süre sonra Türkiye’de bir araya gelip genç yaşta inşa ettiği parlak ka­riyerin duraklarını konuştuk.

2015’te bir röportajda “Uluslararası bir projede yer almayı çok istiyorum,” demişsiniz, bayağı parlak bir uluslararası yapım gelmiş karşınıza.

Evet yıllardır bir hayalimdi bu aslında. Sonra bazı şeylerin bir araya gelmesi ve şans tabii, bir anda George Miller Türkiye cast’ı içeren bir film çekmeye karar verdi. Cast’ı yapmak için dramaturgu Nico Lathouris geldi ve audition süreci başladı. Ben de Türkiye ayağındaki cast direktörü Ezgi Baltaş tarafın­dan arandım ve audition’a davet edildim. Hayatımda gittiğim en dolu dolu geçen audition’dı. Sekiz saat sürdü. Her gün dört oyuncu, oyunculuk kampına gelmiş gibi inanılmaz verimli ge­çen bir sekiz saatte Türkiye cast’ını seçtiler.

Ne yapıyordunuz, sahne mi oynuyordunuz?

Bir tık doğaçlama, bir tık oyunculuk egzersizleri; sadece metin üzerinden giden bir teknik değildi, daha oyuncunun sahip ol­duğu özellikleri görebilecekleri bir zaman ayırdılar. Çok güzel bir deneyimdi. Hatta çıkarken “Gerçekten beni seçmezseniz hiç problem değil” diye düşündüm. Çünkü elimdeki her şeyi gös­terebildiğimi hissettiğim bir sekiz saat ayırdılar bana.

Hemen karar verdiler mi sonra?

Bir iki gün içerisinde pozitif bir yöne doğru ilerlediğinin habe­rini aldım. Sonra George Türkiye’ye geldi seçilen oyuncularla görüşmek için. Çok heyecan verici bir şeydi tabii ki. Onunla ka­rakterimiz üzerine konuştuk, film üzerine konuştuk, teker teker bütün oyuncularıyla toplantı yaptı. Daha sonra bir daha onu zaten Avustralya’da gördük, çekimlere başladığımızda.

Bir kısmı da İstanbul’da geçiyor, değil mi?

Doğru ama İstanbul bölümlerinin yüzde 90’ı stüdyolarda çekil­di. Normalde İstanbul’da da çekim yapmayı hayal ediyorlardı. Ama pandemi koşullarından dolayı çoğu sahneyi Avustralya’ya kurmaya karar verdiler ve İstanbul çekimleri de orada oldu.

Gülten diye bir karakter oynuyorsunuz, nasıl biri bu?

Birazcık tarihî bir yerlere de gidiyor film. Benim karakterim de Osmanlı döneminde haremde yaşayan köle bir kız. Film dilek dilemek, kalbimizdeki en büyük dileğimiz nedir gibi motifler üzerinden ilerliyor. Gülten’in de kalbinin ortasında kocaman bir aşkı var. Bu aşkın onun hayatında açtığı maceralar ve yolunu nasıl değiştirdiği, bunlar üzerinden ilerleyen bir karakter.

Teaser’da gördüğüm, Tilda Swinton’ın karakteri dilek dili­yor. Sizin var mıdır dilek dileme âdetiniz?

Dilek dilerim evet, temiz bir kalple dilenen dileklerin de gerçek olduğuna inanırım. O yüzden çok sık olmasa da çok istediğim şeyleri dilerim. Bazen bir şeyi dilemem gerektiğini hissederim ve “Şu an öyle bir hâlde diliyorum ki bunu, bu beni bulacak,” de­rim. “Uluslararası bir yapımda rol almak istiyorum,” da öyle bir dilekti. Ne kadar inanılır ne kadar inanılmaz bilmiyorum ama genellikle benim öyle kalpten dilediğim şeyler bulur hayatta beni.

Peki set deneyimi nasıldı?

Tabii set deneyimi çok farklı orada, Türkiye ile kıyasladığımızda. Bir kere imkânsal farklılıklar var. Çok büyük bir set yapıla­rı var, çok daha fazla çalışan var sette, çok daha programlı ilerliyor her şey. Prova ve karakteri geliştirme anlamında çok fazla alan tanıyor oyuncuya. Sahne çekilmeden önce dublörünüz zaten sahneyi aşağı yukarı bir oynuyor. Bu gibi Türkiye’de bizim rutinimizde hiç olmayan şeyler onların se­tinde çok normal şeyler. Biz de tabii adapte olmaya çalıştık bu farklılıklara. Bir oyuncu olarak deneyimlemesi inanılmaz iyi bir şey. Böyle de bir dünya var, yurt dışında insanlar böyle çalışıyor.

Kimlerle sahneniz vardı?

Benim sahnelerimin çoğu Idris Elba’ylaydı. Bir de Matteo Boc­celli, o da Prens Mustafa’yı oynuyordu, onunla sahnem vardı.

Idris Elba nasıldı?

Idris Elba çok şeker bir insan. Tabii insanın bir gözü korkuyor bir dünya starıyla bir sahnede oynayacağım, nasıl olacak diye. Ama kendisi o statü farkını hissettirmemeye çalışan, çok nahif bir yerden karşısındaki oyuncu partneriyle ilişki kuran, çok nor­mal bir insan diyeyim aslında. Hayalimde kurduğum gibi biri değil. Eşi de çok tatlı, Sabrina Elba, dışarı çıkıp akşamları mu­habbet edip yemiş içmişliğimiz de oldu.

Tilda Swinton’la bir araya geldiniz mi?

Cannes’da bir araya gelme imkânımız oldu. Tabii onunla çok daha kısıtlı bir beraberliğimiz oldu ama onun için de dünyanın en şeker insanı diyebilirim sanırım. Uzaktan gelip direkt sarıldı bize, “Filmi izledim, çok beğendim, siz çok şekersiniz,” diye. Tabii Tilda Swinton’dan da bunu beklemiyor insan. İkisi için de çok pozitif geri dönüşlerim var.

Demek ki çok güzel bir deneyim oldu.

Çok güzel bir deneyim oldu, evet. Set ortamı da çok iyiydi. Ama o birazcık da George’dan kaynaklanıyordu. Pamuk gibi bir yö­netmen gerçekten. Çok sabırlı, ne istediğini çok iyi biliyor, hatta biz yokken filmi çekmiş, biz de onun içine dahil oluyormuşuz gibi, diyebilirim. Bir sahneye ayrılan vakit Türkiye’ye kıyasla çok fazla, çok tekrar aldık. Ama her seferinde neyin olmadığını ya da neyin daha iyi olabileceğini o kadar iyi, tatlı dille anlatıyor ve oyuncuyla ilişkisi o kadar kuvvetli ki zaten hemen ikna olu­yorsunuz. O yüzden çalışması çok öğretici bir yönetmendi. Çok şanslı hissediyorum kendimi.

Sanırım bir ayağınız yurt dışında.

Evet, Hollanda’da. Eşim Hollandalı. Çalıştığım zamanlarda Türkiye’deyim, çalışmadığım zamanlarda Hollanda’dayım.

Haberler “Çocukluk aşkıyla evlendi” diye çıktı, öyle mi?

Yani o kadar çocukluk aşkım değil aslında, 17 yaşındaydım, o turist olarak İstanbul’a gelmişti, tesadüfen tanıştık.

İki ülke arasında mı gidip gelecek hayat?

Şimdilik öyle gibi. Ama tabii ki değişebilecek şeyler bunlar. Yüzde 100 Türkiye’ye gelmem de söz konusu. Uluslararası bir kariyerim olursa başka bir ülkeye gitmem de söz ko­nusu. Aslında seçeneklerimi birazcık açık tutuyorum. Şu an ne gerektiriyorsa onu yaşıyorum. Çok yakın planda gerçekleşecek bir proje yok ama geleceğe yönelik böyle adımlar atıyorum aslında.

24 yaşında bir oyuncu olarak nasıl buluyorsunuz kariyerinizde olduğunuz yeri?

Hiç fena bulmuyorum. Ama dediğim gibi birazcık daha uluslararası bir noktaya gelse fena olmaz. Tamamen Türkiye’yi bırakayım, ben artık yurt dışında oyunculuk yapayım gibi bir şey değil de hani sektörlerin biraz iç içe geçmesi, farklı kültürlerden gelen sanatçıların birlikte iş yapması, bence güzel işler çıkarıyor ortaya. Bunu George’un filminde birazcık tescillemiş olduk. İki taraf da birbirinden o kadar etkilendi ki. George Türk oyunculardan çok etkilendi. Biz sadece işimizi yapıyoruz, ekstra bir şey de yapmıyoruz ama Türk oyuncuların ne kadar kalpleriyle oynadıklarına hayranlıkla şaşırdıklarını söyledi bize. Biz bundan tabii ki çok onore olduk. Birliktelikler çok güzel sonuçlar getirebiliyor.

24 yaşında o kadar çok iş var ki kariyerinizde, nasıl sığdı diye baktım ve anladım ki yedi yaşında başlamış her şey. Nasıl bir çocuktunuz?

Çok konuşkan bir çocuktum, çok taklit yapardım, enerjiktim, böyle kendi bedenime sığamayan bir çocuktum diyeyim. Ve ailemde de bu kadar enerjik insan yoktur aslında. Onlar da sa­nırım dayanamıyordu benim enerjikliğime, bir hafta sonu “Biz seni kursa yollayalım, biraz dönüştür bu enerjini bir şeye,” dedi­ler. Spor mu olsun, bale mi olsun derken ben hemen tiyatroya atladım. Çünkü insanların taklidini yapmayı çok severdim. Ti­yatro kursuna gittim ve sonra da her şey başladı.

Nasıl bir kurs?

Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ne gittim bir sene. Sahnede olma hissini alınca zaten hayat benim için değişti. O anlamlandıra­madığım enerji bir şeyin içine sığdı ve “Buymuş,” dedim, bu anlamlandıramadığım şeyi bir anda anlamlandırdım ve “Ben buraya aitim galiba,” diye bir şey hissettim. Ailem tabii ki bu­nun hobi olduğunu ve zaman içerisinde geçeceğini düşündü ama geçmedi. Ben bir sene daha o kursa gitmek istedim. Sonra Müjdat Gezen’in büyükler versiyonu da vardı, onların tiyatrola­rına katılmaya başladım, onlarla sahnelerde oynuyordum falan. Artık üçüncü sene de gelince öğretmenim dedi ki “Sen bir ajan­sa falan yazıl istersen, sürekli aynı şeyi öğretiyoruz çünkü biz burada”. Ailem pek bilemedi yapsak mı yapmasak mı. Ailemde hiç oyuncu yok benim. Ama bir ajansa yazdırdılar beni. Sonra minik minik kamera önünde oyunculuk yapmaya başladım.

İlk “Bıçak Sırtı” galiba.

Onun öncesi de var. Küçük bir reklam, küçük bir bölümlük dizi, “Hayat Türküsü” diye TRT1’de bir dizi vardı, orada oynuyordum. Böyle böyle ilerlemeye başladı kariyerim. Ama o tutkum oyun­culuğa karşı, o yedi yaşındaki hissim yıllar içerisinde hiç değiş­medi. Artarak devam etti.

Nasıl bir his yaşıyor o yaşta bir çocuk bir yandan oyunculuk yapıp sonra okula dönerken?

Aslında şu an o işler çok daha bilinçli yapılıyor. Ben çocuk oyun­cuyken ne oyuncu koçum vardı ne de set saatlerim okuluma göre ayarlanırdı. Çok bir bilinci yoktu bu dünyanın çocuk oyun­cu çalıştırdıklarına dair. Şu an mutlu da oluyorum, biraz daha bir şeylerin ilerlediğini görüyorum. Ama tabii ki zor bir şey çocuk oyuncu olmak. Gerçekten çalışıyorsunuz, ciddi sorumlulukları­nız var, ezber yapmanız gerekiyor, yarın setiniz var. Şu anki yap­tığım işten hiçbir farkı yok çocuk oyuncu olarak çalışmanın. Ben bir şekilde iyi başa çıkabildiğimi düşünüyorum. Hep yaşımdan olgun bir insan oldum. Çocukken de hep olgun bir tavrım vardı, “Ben şu an bu okula gidiyorum ama gelecekte sadece oyuncu­luk yapabilmek için,” gibi bir motivasyonum vardı sürekli.

Tanınır olmanın yükünü küçük yaşta taşımak da çok kolay değil. O duygu size çok uğramadı galiba.

Çok uğramadı. Annem çok mütevazı bir insandır, beni hep “Sakın kibirli olma, sakın kendini büyük görme, senin insanlar­dan hiçbir farkın yok, sen de bir iş yapıyorsun,” diye büyüttü. O hâlâ benim taşıdığım bir özelliktir, kimseye üstten bakmayı sevmem, kibirli olmayı hiç sevmem. Çocukken de o yüzden sanırım etkilenmedim bundan. Evet insanlar tanıyordu, evet okulda popüler oluyorsunuz. Ama aynı zamanda alay edenler de oluyor. O yüzden pozitif, negatif hiçbirine kulak asmamaya dikkat ediyordum. Bir şekilde geçti o dönemler, çok yaralayıcı geçtiğini düşünmüyorum benim özelimde.

Oyunculuğun sizin için bir meslek olacağı ailede 2015’te “Nefesim Kesilene Kadar” ile aldığınız ödüllerle kabul gör­müş.

Biraz öyle. Çünkü ben aslında üniversite sınavına hazırlanı­yordum. İngilizcem iyiydi, İngilizce öğretmenliği, İngiliz dili ve edebiyatı okuyabilirim diye düşünüyordum. Ama onlara karşı tabii ki hiçbir tutkum yoktu. Bunlar sadece aileden duyduğum, olabilir dediğim şeylerdi. Ama kafamın bir yanında hep “Ben oyunculuk yapacaksam niye başka bir bölüm okuyayım, haya­tımın her dakikasını bunu yaparak geçirmek istiyorum,” gibi bir şey vardı. “Nefesim Kesilene Kadar” ile sinemaya giriş yapmış ol­dum ve orada aslında ilgi alanımı da daha belirledim. Sinema­yı çok sevdiğime karar verdim. O da motivasyonlarımdan biri oldu. Ailem de o yıl aldığım ödüller üzerinden biraz ikna oldu.

Son derece bilinçli bir şekilde inşa edilmiş gibi görünüyor kariyeriniz. Nasıl oldu, biraz el yordamıyla mı, birilerine da­nışarak mı, yoksa yaşınızdan olgun düşünce tarzınızla mı?

Aslında ben hep benim ilgimi çeken karakterleri oynamak is­tedim. Kimse yönlendirmedi de bir senaryoyu okuduğumda “Ben bu karakteri ilginç buluyor muyum?” üzerinden ilerledi seçtiğim projeler. Hiçbir zaman “İş olsun” diye bir işe girmedim. Çocukken de öyleydi, şimdi de öyle. Ben bu karakteri oynarken keyif alabilecek miyim, katabileceğim bir şey var mı? O soruları kendime sorarak, projelerimi hep öyle seçtim.

Gördüğüm kadarıyla çok ana akım dizide oynamamışsınız.

Denk gelmedi diyeyim. Bazı bileşenlerin bir araya gelmesi gere­kiyor, çok denk gelmedi şimdiye kadar.

En son “Yargı”da İnci vardı. O da zaten baştan öldüğü için sınırlı bölümde rolünüzün olacağı belliydi. Onu hangi se­beplerle kabul etmiştiniz?

Zaten kadın cinayeti konusu son dönemlerde hayatımızın ma­alesef çok ortasında olan bir konu. “Yargı” dizisinin senaryosu­nu çok sevdim. Baktığı yeri çok sevdim, tartıştığı konuyu çok sevdim ve de kadını suçlayan bir taraftan değil, o karaktere ba­kalım, onu tanıyalım, başından neler geçmiş, nasıl bir macerası varmış bu genç kadının diyen, onu tanımaya fırsat veren yak­laşımını sevdim. Benim için rolün büyüklüğü küçüklüğü değil, baktığı yer, o karakterin enteresanlığı; onlar önemli.

Sizin oynadıklarınız arasında pek öyle çok saf, çok cici, hiç­bir karanlık tarafı olmayan, karton bir karakter yok. Sevile­si ve sevilmeyesi tarafları var her birinin. Herhâlde bu size de cazip gelen bir yan.

Kesinlikle. O zaman oyuncu olarak çalışılabilecek bir şey var gibi geliyor bana. O ikircikli hissi seviyorum karakterlerde.

“Kızkardeşler” de kariyerinizde önemli bir köşe taşı.

Tabii, iyi bir dönüm noktası oldu benim için. Emin Alper bence Türkiye’nin gurur duyacağı yönetmenlerden biri. Set süreci de çok iyiydi, sonra hakikaten gurur duyulacak şeyler oldu, Berlin’e gittik, bir sürü festivalden ödüller aldık. Rüya gibi geçen, her oyuncunun hayal edebileceği bir projeydi sanırım.

O karakterin de ikircikli tarafları vardı.

Kesinlikle, onu sevmeyen de var, seven de var. Ama tabii her karakterin iyi tarafı da vardır kötü tarafı da vardır. Zaten insan böyledir. İyi tarafımız da vardır, kötü tarafımız da vardır. Oyuncu olarak da onu araştırmak benim çok hoşuma gidiyor. Tamam bu kötü görünen bir özellik ama bu insan bunu neden yapıyor­dur acaba? Bunun motivasyonu nedir, nereden çıkmış? Bu gibi şeyleri keşfetmek çok keyifli.

Bu yıl “Ela ile Hilmi ve Ali” ile İstanbul Film Festivali’nde ikinci kez En İyi Kadın Oyuncu Ödülü aldınız. Bu kadar genç yaşta iki kere bu ödülü almak nasıl hissettiriyor size?

İkinciyi almayı beklemiyordum açıkçası. İstatistiksel olarak da beklemiyordum, bu sefer olmaz herhâlde diye. O yüzden çok şaşırtıcı bir ödüldü. Oyunculuk çok kırılgan ve kendinizi çok eleştirdiğiniz bir meslek. O yüzden her ödül “Tamam, galiba bir şeyleri doğru yapıyorum, iyi bir yoldayım, buradan devam ede­yim,” gibi bir motivasyon veriyor bana.

Ela’ya karşı neler hissediyorsunuz? Hakkında çok şey bil­mediğimiz, amacıyla, hayattaki duruşuyla ilgili bir sürü tartışmaya yol açabilecek bir karakter.

Benim için de Ela şimdiye kadarki en zor karakterlerimden bi­riydi diyebilirim. Hani dışarıdan çok fazla bir şey göremediği­miz bir karakter ama içinde de fırtınalar kopuyor. Çok konuşan bir karakter değil, sözlerle de bir şeyleri ifade edemiyorsun. O yüzden iyi bir şeyler bulmak gerekiyor, iyi motivasyonlar, geç­mişini iyi araştırmak. Ela’yı çalışmak enteresan bir deneyimdi. Ziya Demirel yine bence güneş gibi parlayıp yurdumuzun üs­tüne doğacak yönetmenlerimizden biri. Onun da oyuncuyla ilişkisi çok kuvvetli. Geçmişini çok iyi araştırdık birlikte, doğaç­lamalar yaptık, üzerine tartışa tartışa şu anki noktaya geldi. Bir de karşımda Serkan Keskin gibi inanılmaz iyi bir partner vardı, paslaştığımız çok şey oldu onunla da.

Kapılar önünüzde kolay açılmış gibi görünüyor. “Çok tır­maladım, istediğim şeyi yapamadım,” gibi bir hikâye değil.

Ama onu bazen ben de hissediyorum. Hani düzenli bir iş ol­madığı için her proje bittiğinde “Allah’ım bir tane daha gelecek mi acaba, şimdi ne olacak benim bu hayatım?” diyebiliyorsun. Oyunculuğun doğasında olan bir his sanırım o tekinsizlik hissi. Ama evet, çoğunlukla kolay oldu. Araları bazen açık oldu, altı ay boyunca bir işim olmadı. Her şey bir sebep için oluyor ve hep böyle geriliyorum, geriliyorum, “ah olmayacak galiba,” diyorum, sonunda o kadar doğru bir şey geliyor ki, tam olarak böyle bir şey olmasını istiyordum, iyi ki beklemişim gibi hissediyorum.

Aileniz şimdi ne diyor oyuncu olmanıza?

Çok mutlular. Daha fazla gurur duyamazlardı herhâlde benim­le. “Keşke çok karşına çıkmasaydık, biliyorduk senin çok yete­nekli olduğunu,” falan, böyle tatlı tatlı şeyler söylüyorlar.

Bedenle, dansla ilişkiniz nasıl?

Severim. Ama şimdi üniversitedeki dans hocalarım bunu okurken ağlayacaklar. Çok iyi değildim hareket derslerinde. Öyle çok iyi bir kondisyonum yoktu. Ama bir oyuncunun beden ilişkisini çok önemli buluyorum. Sahnedeki duruşunun, bedensel olarak karakterlerle kurduğun ilişkinin kaçırılmaması gereken temellerden biri olduğunu düşünüyorum. O yüzden de zamanında çok iyi bir öğrenci olmamış olsam da hareket derslerinde çok şey öğrendim. Oyunculuğun böyle bir katmanının olduğunu bazen insan çok hızlı çalışırken kaçırabiliyor. Ama bir durup bedensel olarak da karaktere yaklaşıyor olmak önemli bir şey. O yüzden iyi ki okumuşum diyorum.

Şu an bir şey yapıyor musunuz? Yoga, pilates, dans...

Pilates yapıyorum. Yogayı rahatlamak için yapıyorum, çok üst seviyelerde değil. Dans da evde freestyle dansımı yapıyorum. Öyle şu dansı yapıyorum gibi değil de dans etmeyi ve bedenimi kullanmayı severim, o birazcık esnememdir de benim. Müzik dinlemeyi severim çünkü. Yemek yaparken de dans ederim, hareket ederim. O günlük rutinimin bir parçasıdır.

Piyano gibi ukulele gibi müzik aletlerine ilginiz varmış.

Ben müzik aletleri konusunda çok maymun iştahlıyım. Buraya bir müzik aleti koysanız 48 saat onunla ilgilenebilirim aralık­sız. Çok başarılı olduğumu söyleyemem ama müzik aletlerini keşfetmeyi seviyorum.

Bu ikisini çalıyor musunuz peki biraz?

Ukuleleyi çalıyorum, zaten çok basit bir enstrüman. Piyanoyu da ortalama bir seviyede çalıyordum. Ama “Aşk 101” ile bir­likte ders aldım, birazcık geliştirdim. Orada çoğunu kendim çaldım. Ama bazıları o kadar zor parçalardı ki yanına bile yak­laşamadım yani. El dublöründen destek aldım.

“Aşk 101”deki karakteriniz Elif âşık olduğu çocuğu bırak­tı, Viyana’ya gitti. Sizce nasıl bir seçim yapılır böyle bir noktada?

Kariyer seçmek de fena değil tabii ki. Ama sonra yıllarca bir­birlerini aramıyorlar, sormuyorlar, o fena. Hem kariyer seçip hem de mesafeli ilişki sürdürülebilir diye kendi hayatıma da gönderme yapıyorum.

Komedi izlemeyi seviyormuşsunuz. Oynamak da ister misiniz?

Komedi hiç oynamadım. Çok isterim. Bir yandan çok da korkarım. Çok ince bir çizgisi vardır komedinin ama denemek çok istediğim bir şey olur. Kaliteli komediye bayılırım. Çok sevdiğim ve çok saygı duyduğum bir şeydir.

Nelere gülüyorsunuz?

En son “Gibi”ye çok gülüyorum herkes gibi. Son dönemlerde Türkiye’de yapılmış bayağı iyi işlerden biri.

Bir de süper kahraman oynamak istiyormuşsunuz diye gördüm.

Ben yeni şeyler istiyorum hep. Süper kahraman hiç oynamadım. Acaba nasıl bir şey olurdu merak ederim. Komedi hiç oynamadım, onu da çok tecrübe etmek isterim. Öyle. Bana hep yeni olsun, yeni şeyler gelsin, aynı şeyi tekrar etmeyeyim, yeterli aslında.

FOTOĞRAFLAR: OZAN GÜZELCE