Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » “Genelde ya içime atarım ya yazarım”

“Genelde ya içime atarım ya yazarım”

“Genelde ya içime atarım ya yazarım”10 Ocak 2023 - 12:01
Oyunculuk kadar önemsediği yazarlık kariyerinde üçüncü romanı “Luna”yı yayımlayan Buğra Gülsoy, kitabını insanlığın özüne dönüp tekrar bir altın çağa ulaşacağı umuduyla ‘kadim geleceğe’ adıyor.

AYIN SÖYLEŞİSİ

Asu Maro

asu.maro@milliyet.com.tr

Fotoğraflar: OZAN GÜZELCE

Çok izlenen dizilerin ışıklı oyuncusu olarak hayatımıza gireli 15 yıl kadar oluyor. Bunu yazdığı oyunlar, senaryolar izledi. İçinde büyüttüğü dünyayı, insanlara dayatılan düzene dair sözünü ve zengin hayal gücünü romanlarına aktarmaya başlaması daha yeni. Belli ki çok birikmiş anlatacakları; birbirini izleyen “Birinci Kıyamet” ve “İkinci Kıyamet”in ardından üçüncü romanı “Luna” yine İnkılap Kitabevi etiketiyle yayımlandı. “Aslolan gerçek bildiklerinde değil, bilmediklerinde saklı,” diyerek okuyucuyu karakteri Adem ile beraber çözüldükçe dolanan bir düğümün içinde gezdiren “Luna”yı konuştuk Buğra Gülsoy ile. Mimarlık okurken başlayan yazma tutkusunun diğer duraklarını, hisleriyle çizdiği oyunculuk kariyerini, oğluyla beraber öğrenmeye çalıştığı babalığı da.

“Üniversiteden beri kafamın içinde dönen bir sıkıntının kelimelere dökülmüş hâli,” demişsiniz “Luna” için. Nasıl çıkmıştı romanın fikri?

Aslında romanın fikri değil, üniversite yıllarımda dünyada olup biteni ve sistemi sorgulamaya başlamıştım. Hatta bununla ilgili kısa filmler çekmiştim. Krallıkların yıkılması, Fransız Devrimi’nden sonra ulus devletlerin kurulması, Vestfalya anlaşmaları, sonrasında Sanayi Devrimi ile tarım çağının bitimi, insanların topraklarından koparılıp şehirlere göç ettirilmeleri, bir makineleşme çağının başlaması, Dünya Savaşları ve yeni bir düzenin kurulması... Tüm bunlar insanlara sorulmadan yapılmıştı. “Bir şeyler ters gidiyor dünyada,” demiş, distopyaları ve ütopyaları okumaya başlamıştım. O dönemde çektiğim kısa filmler de aslında “Luna”nın ön ayakları olmuştu. “İnsan: Üçleme”, insanın doğadan koparsa insanlıktan çıkacağını anlatan bir filmdi. “Altüst” de sistemin içinde kadına, erkeğe verilen vazifeleri anlatıyordu. Yani daha mimarlık okurken yazmaya başlamıştım ben ama demek ki bu yaşlarımı beklemişim. İlk iki romanım “Birinci Kıyamet” ve “İkinci Kıyamet”in karakteri Sabri Mahir’in gerçek hayatı tam düzenin değiştiği ve o karanlığın oluştuğu dönemde geçtiği için orada anlatma fırsatı bulmuştum. Aslında bu üç kitap birbirinden kopuk değil.

Nasıl anlatırsınız, “Luna”nın hikâyesini? Bir polisiye gibi başlayıp bambaşka yerlere gidiyor.

Luna, ay demek. Adem bir polis memuru ve aydınlatmaya çalıştığı gizemli cinayetteki kurbanın adı Luna. Daha doğrusu o Luna olduğunu sanıyor. Bu cinayeti araştırdıkça hem bir komplo sonucu ölen annesiyle hem kendisiyle ilgili bir gerçeğe ulaşıyor hem de binlerce yıldır insanlıktan saklanan kadim bir bilgiye de ulaşmış oluyor. Adem de kendi ağzından “Nereden bilebilirdim bir polisiye romanmış gibi başlayan hayatımın gerçeküstü gerçeklere dönüşeceğini?” der.

İnsanın özünden uzaklaştığı, bencilleştiği vurgusu var kitapta. Sadece kendini kurtarmanın mümkün olmadığı, kimsenin gezegeni göz ardı ederek kendini kurtaramayacağı...

Evet, çünkü şöyle düşünüyorum; hepimiz tek bir kaynağa bağlıyız. Ama hepimiz de o kaynağız aynı zamanda. Hepimiz aynı bütünün parçalarıyız, o bütün de biziz aynı zamanda. Tek bir kişinin kendini kurtarmasının veya etrafında dönen olayları fark etmesinin yeterli olmayacağını da anlatıyor “Luna” aslında.

İnsanın özünün gerçekten iyi olduğunu düşünüyor musunuz? Belki zaten çok da matah bir varlık değilizdir...

Ezoterik bilgilerde insan soyunun ait olduğu bir altın çağdan bahsedilir ve sonrasında insanın bedeninin manipüle edildiği, genetiğinin değiştirildiği ve sonra da insanlığın bir düşüşe geçtiği söylenir. O düşüşe de demir çağı derler gizli öğretilerde. Bu düşüş devam edip dibe gelindiği zaman tekrar yükselişe geçip bir altın çağa gidişin olacağı söylenir. Kitabın başında yazdığım ‘kadim geleceğe’, aslında bunun metaforu. Yani insanlığın özüne tekrardan kavuşup bir altın çağa ulaşacağının umudu.

Bu romanın devamını düşünüyor musunuz? Sonu devamı varmış gibi görünüyor.

Bunu bir üçleme olarak tasarladım. Hatta ikincinin adı “Monark”, üçüncünün adı da “Altın Çağ” olacak. Bakalım ama zihnim beni nereye yönlendirecek? Bir anda araya başka bir kitap da alabilirim.

Genel olarak karamsar bir ruhu var kitabın. Sizin ruh hâliniz öyle mi, üstelik yeni baba olmuşken? Oğlum doğduktan sonra daha aklımdakileri söyleyebilir vaziyete geldim diyebilirim. Çünkü geleceğe yönelik tehlikeleri öngörebiliyorum. Ve işte kitapta da bahsettiği gibi, bunu bir kişinin değil, herkesin fark ediyor olması gerekiyor ki bir şeyler yapılsın. Aşı konusu da var romanda. Covid 19’u hesaba katarsak, ne düşünüyorsunuz aşı konusunda? Zihnimizde bir otoritenin söylediği şeyi doğru kabul etmek gibi bir şey var ve bu bilgiye ulaşmamızı kısıtlıyor diye düşünüyorum. Oysa ben bana söylenen bir bilgiyi hep sorgular vaziyette tutuyorum. Bilgi manipüle edilebilir. Bilim, sağlık, tarih manipüle edilebilir. Bir şeyin tekelleşmesi çok tehlikeli, insanlık için. Bu romanda teknolojiyi de anlatıyor. Teknoloji, tekelleşemeyecek kadar önemli bir konu. Düşünsenize, ulus devletlerden daha zengin şirketer var. Zaten şirketler tarafından yönetildiğini düşünüyorum birçok şeyin, gelecekte aleni bir şekilde yönetilmeye başlanacak. Romanda bir şarbon salgını sonrası aşılama kampanyası yapılıyor ve aslında dünya nüfusu azaltılmaya çalışılıyor. Doktorlar, bilim insanları manipüle ediliyor ve bu ört bas ediliyor. Aşıya karşı bir insan değilim, daha önce yapılan aşıların geniş dönemli etkilerini gördük, biliyoruz. Ama bu salgından dolayı ortaya çıkan mRNA aşısını olanın virüsü yayıp yaymayacağı hakkında bile hiçbir veri yoktu elimizde. Bize öyle bir algı yerleştirildi ki sanki o aşıyı olmayanlar virüsü yayıyormuş, insanların ölümüne neden oluyormuş gibi inanılmaz bir nefrete, müthiş kısıtlamalara maruz kaldılar. Aşıyı çıkaranlar da geçen sene söylediler, “Aşı olanların virüsü yayıp yaymadığıyla ilgili bir test yapmadık biz,” diye. Şimdi bütün dünyada tartışılıyor, neden hâlâ Türkiye’de tartışılmıyor bilmiyorum, aşının yan etkilerinde kan pıhtısı oluşmuş durumda. Tabii ki bilime güvenmemiz gerekiyor. Ama şunu da unutmamamız lazım, tekelleşen her şey birilerinin kontrolüne geçebilir ve o kontrolü elinde bulunduranlar manipüle edebilirler bilgiyi. O yüzden sürekli sorgulamamız gerekiyor.

Yazma pratiğiniz nasıl? Her gün başına oturuyor musunuz, nasıl geçiyor roman yazma süreci sizin için?

Zihnimde bir kurgu beliriyor ya da bir karakter, bir sahne. Sonra onu demlenmeye bırakıyorum. Küçük küçük notlar alıyorum akışla alakalı. Sonra zihnim onu kendisi söylüyor, “Evet şu an yazmalısın,” diyor, oturup yazmaya başlıyorum. Bir süre sonra duruyor. Ve hiç zorlamıyorum yazmak için kendimi. Çünkü belli ki kafam bir şeyleri çözmeye çalışıyor. Yine bir nadasa bırakıyorum kendimi. Bunların hepsi benim için çok keyifli süreçler. Yani yazmak çok yalnız bir süreç ama çok da keyifli.

Söyleşinin devamını Milliyet Sanat ocak sayısında okuyabilirsiniz.